BREAKING NEWS
latest
Genel Sağlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Genel Sağlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Nisan 2021 Pazar

Rahim ağzı kanserinin 12 belirtisi!

Rahim ağzı kanseri kadınlarda en sık görülen kanser türü olarak biliniyor ve gelişmekte olan ülkelerde görülme sıklığı da giderek artıyor. 

Erken dönemde yakalanmış serviks kanserinin tanı konulduktan sonraki 5 yıllık sağ kalımları %92 gibi yüksek düzeylerde seyrediyor. Serviks kanseri, yaklaşık %20 oranda 65 yaş üzeri kadınlarda teşhis edilmesine rağmen, daha çok 30'lu, 40'lı ve 50'li yaşlardaki kişileri etkiliyor. Memorial Antalya Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü'nden Jinekolojik Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Murat İnal, serviks kanseri hakkında bilgi verdi.

45 yaş altında daha sık görülüyor

Serviks kanseri, serviks olarak adlandırılan rahim ağzının kanseridir. Serviks, rahmin vajinaya açılan ve doğum esnasında genişleyen kısmıdır. Tüm dünyada 45 yaş altı kadınlarda en sık görülen ikinci kanser türüdür ve meme ile akciğer kanserinden sonra kanser nedeniyle yaşam kaybının önde gelen üçüncü nedenidir.

HPV sonucu oluşuyor

Rahim ağzı kanseri, uzun süre ve inatçı, yüksek riskli HPV enfeksiyonu sonucu oluşmaktadır. HPV enfeksiyonu oldukça sık ortaya çıkmaktadır ve cinsel yaşamı aktif olan insanların önemli bir bölümünde görülebilir. Ancak enfeksiyon ilerleyerek serviks kanserine dönüşmez. HPV ile enfekte çoğu insan buna bağlı ciddi problemler yaşamaz ve ancak çok küçük bir yüzdede kanser gelişebilir.HPV; ağız, boğaz, vajen, vulva ve serviks kanseri gibi birçok kanser tipinin ortaya çıkma olasılığını da artırmaktadır.

Rahim ağzı kanseri riski taşıyanlar dikkat!

  • HPV teşhisi konulmuş kadınlar,
  • HPV aşısı yaptırmamış kadınlar,
  • Prekanseröz lezyonlar için düzenli pap smear yaptırmamış olanlar,
  • Anormal pap smear sonucu olan ya da kanser öncesi servikal hücre değişiklikleri tanısı öyküsü bulunanlar,
  • Daha önce serviks kanseri öyküsü olanlar,
  • HPV enfeksiyonu riskinin artmasına neden olan birden fazla cinsel partneri bulunanlar,
  • Yüksek riskli cinsel aktivitede bulunan partneri olanlar,
  • Çok erken yaşta ilk cinsel ilişkisini yaşayanlar,
  • HIV enfeksiyonu ya da bağışıklık sistemini zayıflatan herhangi bir durumu olanlar. (Bağışıklık sisteminin zayıflaması, kadında HPV enfeksiyonu gelişme olasılığını ve serviks kanseri riskini artırır.)
  • Sigara kullananlar…

Rutin jinekolojik kontrollerinizi ihmal etmeyin!

Serviks kanseri erken dönemde genellikle belirti vermez. En erken teşhis, rutin jinekolojik muayene esnasında saptanan anormal pap smear testi sonucunda görülür. Hastalık, oldukça yavaş seyirlidir ve böylece belirtisiz dönem yıllarca sürebilir. Pap smear testinde anormal hücrelerin tespit edildiği evre yüzde, hastalığın %100 z tedavi edilebilir evresidir. İlerlemiş serviks kanserleri genel olarak en sık, düzenli pap smear testi yaptırmayan ya da anormal pap smear sonucu alıp takiplere devam etmemiş kadınlarda ortaya çıkmaktadır.

Serviks kanseri geliştikçe görülen belirtiler şunlardır;

1. Adet arası, cinsel ilişki sonrası ya da menopoz sonrası kanama gibi anormal vajinal kanamalar. (Bununla birlikte anormal vajinal kanamaya başka durumlar da yol açabilir)

2. Sulu, pembe, soluk ve devamlı olan vajinal akıntı

3. Normalden daha fazla kanama olan ve daha uzun süren adet dönemleri

Mesane, bağırsaklar, akciğerler ya da karaciğere yayılmış çok ileri düzeydeki serviks kanseri vakaları aşağıdaki belirtileri gösterecektir:

4. Sırt ağrısı

5. Kemik ağrısı ve kırıklar

6. Yorgunluk, bitkinlik

7. Vajinadan idrar ve dışkı kaçağı

8. Bacak ağrısı

9. İştah kaybı

10. Pelvik ağrı

11. Şişmiş ayaklar

12. Kilo kaybı

Kanserin evresine göre tedavi belirleniyor

Serviks kanseri için tedavi seçenekleri kanserin evresine göre değişmektedir. Erken evrelerde yakalanan serviks kanserinin tedavisi göreceli olarak kolaydır. Küçük, erken evre kanseri olan hastalar histerektomi (rahim ve rahim ağzının çıkarılması) ile cerrahi olarak tedavi edilebilir. Serviks kanserinin yayılımına bağlı olarak değişik histerektomi tipleri önerilebilir. Cerrahi operasyon, klasik açık ameliyat ya da laparoskopi gibi yöntemlerle yapılabilir.

19 Aralık 2020 Cumartesi

Diyetle verilen kiloyu korumanın şifreleri!

Çok aç kalınarak yapılan diyetlerin tehlikelerine dikkat çeken Medical Park Gebze Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Dyt. Kenan Yıldırım, "Gereğinden çok az besin aldığımızda önce hareketlerimizi azaltır, sonra organlarımızı daha az enerjiyle çalışmaya yönlendiririz. 

Diyet bitiminde bir anda çok yemeye başlayınca, besinlerle aldığımız fazla enerji vücutta bu kez yağ olarak depolanır. Bir süre sonra tekrar zayıflama diyeti uyguladığımızda ise daha yavaş kilo veririz, zayıflama sürecimiz eskiye göre daha uzar. Buna 'ağırlık döngüsü' denir ve günün birinde kişi artık aldığı kiloları yitiremez duruma gelir" dedi.

Diyetle verilen kiloların tekrar alınmaması, diyetin kendisinden daha zor bir durum olarak bilinir. Pek çok kişi diyetle zayıflamayı başarsa da, sonrasında yaptıkları bazı beslenme hataları sonucunda geçmişe göre daha fazla kilolu olarak hayatına devam etmek zorunda kalabilir. Peki diyetle zayıflayan bir kişi, ulaştığı ağırlığı koruyabilir mi? Medical Park Gebze Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Dyt. Kenan Yıldırım, çok merak edilen bu sorunun yanıtını verdi.

Kendinizi açlığa mahkûm etmeyin

Uzun süre fazla yiyecek sınırlaması yapmayan, kendini açlığa mahkûm etmeyen, ölçülü ve dengeli beslenen, hareketli yaşam biçimini kazanan kişilerin diyetle yitirdikleri ağırlığı geri almadan yaşamlarını sürdürebileceğini belirten Medical Park Gebze Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Dyt. Kenan Yıldırım, 'Sıkı diyet uyguladım, zayıfladım, artık eski beslenme sistemime geri dönebilirim" şeklinde düşünenlerin ise verdiği kiloları hızla geri almasının kaçınılmaz olduğunu söyledi.

Zamanla vücut kilo veremez hale gelir

Diyetisyen Kenan Yıldırım, yarı aç kalarak hızlı şekilde zayıflama sırasında metabolizmanın az enerji harcamaya uyarlandığını, bu nedenle sağlıksız bir kilo kaybı yaşandığını vurgulayarak şu açıklamalarda bulundu: "Az besin alındığında doğal olarak daha az harcanır. Bu bir nevi 'Ayağını yorganına göre uzat' deyiminin karşılığıdır. Az paran varsa, az harcayarak yaşamını sürdürmeye çalışırsın. Bedenimiz de öyledir. Gereğinden çok az besin aldığımızda ilk önce hareketlerimizi sınırlar, daha sonra organlarımızı daha az enerjiyle çalışmaya yönlendiririz. Diyet bitiminde çok yemeye başlayınca besinlerle alınan fazla enerji, yağ olarak depolanır. Birey bir süre sonra tekrar zayıflama diyeti uyguladığında daha yavaş kilo verir, zayıflama süreci daha uzun olur. Buna 'ağırlık döngüsü' denir ve günün birinde birey kazandığı ağırlığı yitiremez duruma gelir."

Kısa sürede zayıflatan diyetlerden uzak durun

Kısa sürede zayıflamak amacıyla sık diyet yapmanın ağırlık denetimi için en büyük tehlike olduğunu işaret eden Diyetisyen Kenan Yıldırım, "Uzun bir süre zarfında beslenme alışkanlığındaki olumsuz yönleri değiştirerek, yaşam biçimini biraz daha hareketli duruma getirerek zayıflayan bir kişinin tekrar eski durumuna dönmesi söz konusu değildir" diye konuştu.

Kilo koruma programı için temel besinler

Kilo koruma programı için diyet esnasında yaptığımız aktivitelerimize devam ederek düzenli sporumuzu yapmalıyız. Kısacası, aldığımız enerjiyle harcadığımız enerji arasındaki dengeyi korumalıyız. Düzenli tempolu yürüyüş, yüzme, bisiklete binmek, kültürfizik yapmalı ayrıca ev ve iş hayatımızda hareketlerimizi arttırabiliriz. Diyetisyen Kenan Yıldırım, kilo koruma programı için almamız gereken temel besinleri şöyle sınıflandırdı:

Protein grubu yiyecekler: Et, az yağlı peynir, haşlama yumurta.

Kalsiyum içeren yiyecekler: Light süt ve kaymaksız yoğurt.

Ekmek ve tahıl ürünleri: Karbonhidrat ağırlıklı ve B grubu vitaminlerinden zengin yiyecekler.

Sebze grubu yiyecekler: Çiğ sebze ve salatalar, sebze yemekleri.

Meyve grubu yiyecekler: Birçok vitamin, mineral ve lif yönünden son derece zengindir ve ayrıca karbonhidrat içerirler. Günlük 3 porsiyonu geçmemeliyiz.

Yağ: Yemeklerde yağ mümkün olduğunca az olmalıdır. Katı yağlardan kaçınılmalı, sıvı yağ kullanılmalı, ayrıca az miktarda yağlı kuru yemiş (fındık, fıstık, ceviz, badem vb.) tüketilmelidir.

Şeker ve şekerli yiyecekler: Bu gruptaki yiyecekler mümkün oldukça az tüketilmelidir.

Akraba evliliği, epilepsi riskini 40 kat artırıyor

Beyindeki ritim bozukluğu olarak tanımlanan epilepsinin, her yaşta ortaya çıkabildiğini hatırlatan Yeditepe Üniversitesi Rektörü ve Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Canan Aykut Bingöl, akraba evliliklerinin epilepsi riskini artırdığını söyledi. 

Türkiye'de yaptıkları bir araştırmaya dayanarak verdiği bilgilere göre, epilepsinin, akraba evliliği yapan bireylerde 40 kat daha fazla görüldüğünü belirtti.

Beyinde elektriksel aktivitenin bozulmasıyla birlikte belli nöbet ataklarıyla görülen epilepsi yılda 100 bin kişiden 50'sini etkiliyor. Bu oranın, doğum sırasındaki zorluklar ya da tedavi edilmesi gereken hastalıklardaki gecikmeler nedeniyle, gelişmemiş ülkelerde 80 ila 100'e kadar çıkabildiğini ifade eden Prof. Dr. Canan Aykut Bingöl, Epilepsi Farkındalık Günü dolayısıyla önemli açıklamalarda bulundu.

İLK 5 YAŞA VE 40 YAŞ SONRASINA DİKKAT!

Hastalığın her yaşta ortaya çıkabildiği gibi, ilk 5 yaş içinde görülme oranının daha sık olduğunu belirten Prof. Dr. Canan Aykut Bingöl, "10 yaşına kadar belli bir oranda gözlenir. 10-40 yaş arasında daha az rastlanır. 40'lı yaşlardan sonra ise, damar ve beyin hastalıklarının görülme sıklığına paralel olarak epilepsi görülme sıklığı da artar" diye konuştu.

AKRABA EVLİLİĞİ RİSKİ ARTIRIYOR

Akraba evliliğinin hastalık riskini 40 kat artırdığını belirten Prof. Dr. Canan Aykut Bingöl, konuyla ilgili gerçekleştirdikleri araştırmaya dayanarak şu bilgileri verdi:

"Epilepside genetik bir yatkınlık olabiliyor. Ancak bugün itibariyle tanımlanmış, genetik tanısı konmuş çok az bir grup epilepsi hastalığı var. Özellikle akraba evliliklerinin görülme oranını artırdığını biliyoruz. Geçmiş yıllarda Türkiye'de yaptığımız bir araştırmada, akraba evlilikleri olan 7 aileden yaklaşık 2000 kişilik bir grubu inceledik.Araştırmamızın sonucunda, epilepsi hastalığının akraba evliliği yapanlarda, yapmayanlara göre 40 kat fazla olduğunu gördük. Çünkü genetik olarak yatkınlığı olan kişilerde hastalık ortaya çıkmayabiliyor. Ancak akraba evliliği yapan çiftlerde genlerin bir araya gelmesiyle hastalık görülebiliyor. Bununla birlikte ülkemizde son yıllarda akraba evliliklerinin azalması nedeniyle bununla ilgili olan epilepsilerin oranında azalma olabilir."

"GENETİK ETKİ"

Yapılan ayrıntılı genetik çalışmalarda da belirli bir gen tespit edilmediğini ifade eden Yeditepe Üniversitesi Rektörü ve Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Canan Aykut Bingöl, "Epilepsinin özellikle tanımlanmış bir geni olmadığını ancak genlerden etkilendiğini biliyoruz. Bazı epilepsilerde yaşa, epilepsi tipine, EEG özelliklerine göre değişmekle birlikte, tanımlanmış bazı genler bulunuyor. Yani, hangi gende nasıl bir bozukluk sonucu oluştuğu bilinen epilepsi tipleri var. Ancak bunlar toplam epilepsi hastalarının yüzde 1'inin bile altındadır. Bunun dışındaki epilepsilerde belirli bir gen tespit edilmemiştir. Ancak genetik yapımızın, hastalıklara yakalanmamızda ya da onlara eğilim göstermemizde etkin olduğu biliniyor." diye konuştu.

"AŞIRI UYKUSUZLUK NÖBETLERİ TETİKLİYOR"

Epilepsiyi beyindeki bir ritim bozukluğu olarak ifade eden Prof. Dr. Canan Aykut Bingöl, bu bozukluğun çocukluktan ileri yaşlara kadar her zaman ortaya çıkabileceğini hatırlatarak sözlerine şöyle devam etti: "Hastalığın belirtileri, ortaya çıktığı yaşa göre değişebilir. Bununla birlikte nöbetleri tetikleyen çevresel bazı etkenlerin olduğu biliniyor. Örneğin uyuşturucu kullanımı nöbetleri tetikliyor. Ayrıca, aşırı uykusuzluk, stres, alkol ve bazı ilaçların nöbetleri tetiklediğini biliyoruz. Vücuda kimyasal olarak etkisi olabilecek birçok şey nöbetleri tetikleyebilir."

ÖĞRENME GÜÇLÜĞÜNÜN ALTINDA EPİLEPSİ YATABİLİR!

Öğrenme güçlüğü yaşayan çocukların tanısında epilepsinin de değerlendirilmesi gerektiğini belirten Yeditepe Üniversitesi Hastaneleri Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Canan Aykut Bingöl, "Dışarıdan fark edilmeyen epilepsi nöbetleri, öğrenme güçlüğü ve bellek problemleri yaratabiliyor. Bu durumda, çocuğun okul başarısı düşüyor. İlişki kurmakta zorlanıyor. Öğrenme güçlüğü yaşayan çocukları, psikolog ve nörologlar beraber değerlendirerek, epilepsiyi ayırt etmeye çalışırız. Öğrenme güçlüğü, dikkat eksikliği ile gelen çocukları epilepsi tanısıyla tedavi ettiğimizde okul başarısı ve arkadaşlarıyla ilişkilerinin düzeldiğini; akranlarıyla aynı noktaya geldiklerini görüyoruz. " dedi.

"EPİLEPSİYİ, MİGREN GİBİ DÜŞÜNÜN"

Epilepsi nöbetlerinin hastada depresyona neden olabileceğini belirten Prof. Dr. Canan Aykut Bingöl, bunun nedeninin çevreden görülecek tepkiler olduğunu ifade etti. Epilepsi hastalarının toplumdan dışlanma korkusu yaşadıklarını söyleyen Prof. Dr. Bingöl, kişinin bu durumu migren gibi görmesi gerektiğini belirterek hastalara şu tavsiyelerde bulundu:

"Genelde bu kişiler akıl hastalığı ile eş değer tutulur, toplumda dışlanır. Bu durumda, depresyon, yalnızlık hastaların en önemli sorunu halini alır. Hayatında 3 kez nöbet geçirip de depresyondan çıkmayan hastalarımız var. Çünkü bir kez bu tanıyı alan kişiler kolay kolay üstlerinden atamazlar. Hastalık ilaçla tedavi edilse dahi, sadece ismi bile kişiyi depresyona itmeye yetebilir. Bu konuda en önemli uyarı noktası, kişinin tüm çevresinin bu durumu migren hastalığı gibi görüp, ilaçlarla kontrol altına alınacağını bilmesi ve hastaya destek olmasıdır. "

"HASTALARIN YÜZDE 70'İ İLAÇLA KONTROL EDİLEBİLİYOR"

Hastaların yüzde 70'inin ilaçlarla tedavi edilebileceğini kaydeden Prof. Dr. Canan Aykut Bingöl, yüzde 15'lik grubu oluşturan hastalarda ise cerrahi ya da sinir stimülasyon yöntemlerini kullanarak nöbetlerin kontrol edilebildiğini anlattı. Cerrahi olan hastaların, daha sonra nöbet geçirme riskleri azaldığı için biraz daha şansı olduğunu belirten Prof. Dr. Canan Aykut Bingöl, "Cerrahi tedavi, ilaca cevap vermeyen yüzde 15'lik kısımda kullanılıyor. Nöbetler başladıktan sonra ne kadar erken zamanda tedavi değerlendirilir ve gerekiyorsa cerrahiye yönlendirilirse, sonrasındaki başarı, yani nöbetlerin tekrar etmeme durumu, o kadar iyi olabiliyor. Dolayısıyla hastaların iyi değerlendirilmesi ve hastaların doğru merkezlere yönlendirilmesi son derece önemlidir."

NÖBET GEÇİREN KİŞİYE NASIL YAKLAŞMALI?

Nöbet geçiren bir kişiye nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda Prof. Dr. Canan Aykut Bingöl şu bilgileri verdi:

"Burada bilinmesi gereken en temel nokta, bu nöbetin bir boşalım olduğu ve çok kısa süre içinde sonlanacağıdır. Bu boşalım sırasında hastanın beyninde ya da vücudunda kendiliğinden bir hasar oluşmaz. Ancak düşerek koluna ya da başını bir yere çarpması durumunda bir zarar oluşabilir. Genelde hastaların bu durumda nefes almadığı fark edilse de, beyinde oksijensiz kalmaları gibi bir durumları yoktur. Bu nedenle, nöbet sırasında vücudunda herhangi bir zarar oluşmayacak şekilde hastayı konumlandırmak, kafasını yana çevirmek ve tehlikelerden korumak yeterlidir. Nöbetler en fazla bir-iki dakika sürer. Ancak o anı yaşamak kolay olmadığı için hastaya çok daha uzunmuş gibi gelebilir. Nöbet sonrasında 15-20 dakika içinde hastanın bilincinin yerine gelmesi gerekir. Eğer hasta kendine gelmiyorsa hastaneye götürmek gerekir. Ancak özellikle altının çizilmesi gereken nokta, nöbet sırasında sakin olup, beklemek gerektiğidir."

"ZAYIFLAMA AMAÇLI KETOJENİK DİYETİN TEDAVİDE YERİ YOK"

Epilepsi tedavisinde beslenmenin de önemli olduğunu belirten Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Canan Aykut Bingöl, son yıllarda popüler olan ketojenik diyet hakkında ise şunları söyledi:

"Öncelikle kişinin aç kalmaması gerekiyor. Öğün atlamak, aç kalmak ve kan şekerinin düşmesi nöbetleri tetikliyor. Ketojenik diyet, ilaçla tedavide zorlandığımızda ve özellikle çocuklarda kullandığımız bir yöntem. Bu tedavi yöntemini, hastayı hastanede yatırarak uygularız. Katkı maddesi olan yiyeceklerden uzak durmak bizim önerdiğimiz bir durumdur. Ama özellikle zayıflamak amacıyla kullanılan ketojenik diyetin epilepsi tedavisinde yeri yoktur."

Coronavirus’ten psikolojimizi korumanın yolları

Coronavirus salgınının dünya üzerinde yarattığı kriz insanlar üzerindeki stresin yükselmesine, kaygıya (anksiyeteye) ve korkuya neden oluyor. 

Şu anda herkesin standart olmayan bir gündelik yaşam, bir ruh hali içerisinde olduğunu belirten Anadolu Sağlık Merkezi'nden Uzman Psikolog Selin Karabulut, "Hastalık kapma kaygısı, ölüm kaygısına kadar bizi götürebilecek bir kaygı. Dolayısıyla hastalık haberleri aldığımızda, yeni tanılar, yeni vakalar duyduğumuzda, sürekli internet üzerinden, televizyondan ve diğer medya araçlarından yeni haberler aldığımızda kaygımız artabiliyor. Ancak bunlarla başedilebilir" açıklamasında bulundu.

Kötü haberler alındığında, özellikle de bu bir hastalık ve veya ölüm haberi ise, alınan önlemler sebebi ile gündelik rutinimizden uzaklaşmışsak, sosyal çevremizle görüşemiyorsak, mecburen eve kapanmış ve kısıtlı imkanlarla yaşamaya devam ediyorsak, kaygı seviyesi yükselir. Kaygı yükseldiğinde uykusuzluk, kâbus görme, içe kapanma ve keyifsizlik gibi yaşanan bütün semptomların şu dönemde görüldüğünü vurgulayan Anadolu Sağlık Merkezi'nden Uzman Psikolog Selin Karabulut, "Bir sosyal izolasyon sürecindeyiz ve gündelik rutinimizden farklı bir yaşam sürüyoruz. Haliyle bedenimiz de buna tepki verebiliyor. İştahımız olmayabiliyor ya da daha fazla yemek yeme ihtiyacında bulunabiliyoruz. Keyifsizlik artabiliyor, endişelerimiz arttığı için de daha şüpheci olabiliyoruz. Örneğin, 'Acaba annemi ziyarete gitmesem mi, çocuğum hastalanır mı, hastalanırsa ne yaparım' gibi konularla zihnimiz çok fazla meşgul olmaya başladı. Bu da bizim aslında hem bağışıklık sistemimizi hem de zihinsel kapasitemizi ve ruh sağlığımızın normal dengesini bozmaya başlıyor" dedi.

Şüpheci ve suçlayıcı olunmamalı

Yaşanan krizle birlikte daha şüpheci ve insanları suçlama eğiliminde olmaya başlanabildiğini söyleyen Uzman Psikolog Selin Karabulut, "Aldığımız haberler karşısında daha fazla şüpheci olup 'Bizden saklıyorlar, söylemiyorlar, hastalık bulaştı ama bu testler yanlış' gibi şüpheci davranışlar sergileyebiliriz. Bunun dışında etrafımızda enfekte olan, hastalanan ve hastalanma şüphesi olan kişilere karşı suçlayıcı tavır, davranış ya da düşüncelerde bulunabiliriz. Bunlar krizin bizde yarattığı etkilerden birkaçıdır" şeklinde konuştu.

Geçmişte yaşanan psikolojik durumlar bu süreçte tetiklenebilir

Coronavirus'ün bu sosyal izolasyon süreci ve hastalık haberlerinin, geçmişte yaşanan psikolojik durumları ya da klinik tanıları tetikleyebileceğine dikkat çeken Selin Karabulut, "Örneğin ben anksiyete bozukluğu yaşamışsam ve bir süredir bunu yaşamıyorsam, salgın haberlerine bağlı olarak tekrar bu sorunları yaşayabilirim, psikolojik sorunlar tetiklenebilir. Bunun dışında evde sevdiklerinden uzak, yalnız başına kalmak, yeterince sosyalleşememek, yeterince uyuyamamak özelikle stresi ve stresin reaksiyonlarını arttıracağından anksiyete bozukluğu, panik atak, depresyon gibi birçok rahatsızlıkla karşı karşıya kalmak mümkün" açıklamasında bulundu.

Kaygıyı önlemenin en önemli unsuru önlem almak

Kaygıyı önlemek için ilk başta yapılması gereken şeyin önlem almak olduğunu söyleyen Uzman Psikolog Selin Karabulut, "Hem kendimiz hem sevdiklerimiz için ilk önce bize doğru kaynaklardan gelen önlemleri almak düşüyor. Bunun dışında eğer evdeysek, çalışmak zorunda değilsek evde yapabileceğimiz şeyler var. Günlük rutinimizi mümkün olduğunca bozmadan devam ettirmeliyiz. Yani iyi beslenmek, iyi uyumak, sevdiklerimizle yüz yüze görüşemiyorsak telefonlaşmak, mesajlaşmak, görüntülü konuşmak önemli. Evde birlikte etkinlikler yapıp birlikte vakit geçirebiliriz. Evde olmanın avantajlarından yararlanıp nicedir aklımızda olan ev işlerini yapabiliriz. Ayrıca kendi başımıza yapabileceğimiz müzik dinlemek, meditasyon yapmak, cilt bakımı yapmak, dans etmek, egzersiz yapmak, yemek yapmak, müzikal bir enstrümanla uğraşmak gibi sayısız şey var. Kaygılarımızla ilgili duygu ve düşüncelerimizi birbirimizle paylaşmak bu noktada iyi gelecektir. Korkularımız olabilir. Özellikle çocukların bu noktada kaygı ve korkuları yüksek olabilir. Doğru edindiğimiz bilgileri paylaşmak, yanlışları düzeltmek, doğru bilgileri teyit etmek ve farkındalığımızı arttırmak iyi gelecektir" dedi.

Zamanı verimli kullanmak iyi hissettirir

Bu küresel krizin ancak birlikte aşılabileceğine dikkat çeken Selin Karabulut, "Bunun dışında kendimiz iyi durumdaysak bizden daha zor durumda olan kişilere destek olmak, yardım etmek, onlar için korunarak örneğin gidip ekmek almak, halini hatırını sormak, yani işe yaramak da bize iyi gelecektir. Bunun dışında çocuklarımızın evde kaliteli vakit geçirmesine yardımcı olmak yine bizim için şifa olacaktır. Çünkü evde yapacak bir şeyiniz olmadığında ya da dışarı çıkmadığınızda zaman da geçmiyor. Zamanı verimli kullanmak bu noktada iyi gelecektir" şeklinde konuştu.

Toplu taşıma araçlarında tedirgin olabiliyoruz

Hala işe gitmek zorunda olanların toplu taşıma araçlarını kullanmak zorunda kalabildiklerini belirten Karabulut, "Toplu taşıma araçlarında daha ürkek, daha korkak ve daha tedirgin olabiliyoruz. İnsanlara yaklaşmaktan ve onlarla konuşmaktan çekiniyoruz. Hem alacağımız/aldığımız önlemler gereği hem de kaygı yüzünden davranışlarımızı abartabiliyoruz. Bu noktada sakin ve sükunetli davranmaya çalışmak gerekir" dedi.

Kolesterol adeta vücudun yara bandıdır, korkmayın!

Sağlığınızın tehlikede olduğunu anlamak için kalp krizi geçirmenize gerek yok! Tüm dünyada yaşamı tehdit eden sağlık sorunları arasında ilk sırada yer alan ve hızla yaygınlaşan kalp ve damar hastalıkları için önlem alabilmek mümkün! 

Kalp ve damar hastalıklarıyla kolesterol ilişkisinin halk arasında yanlış bilindiğine dikkat çeken Fitoterapi Uzmanı Dr. Ümit Aktaş, "Kolesterol, tamir edici özelliğiyle adeta vücudun yara bandıdır. Kolesterolden korkmayın, kan şekeri ve insülin seviyesinin yüksek olmasından korkun!" diye uyarıyor.

Zeytinyağı ve tereyağını korkmadan tüketin!

Kalp sağlığı için en büyük riskin, kolesterol değil yüksek kan şekeri olduğunu vurgulayan Dr. Ümit Aktaş, "Zeytinyağı ve tereyağını korkmadan tüketin. Ama her türlü tatlı, şeker ve hamur işinden kaçının. Tuzlu poğaça bile yeseniz, vücudunuz ona şeker muamelesi yapar. İnsülin direnci ve diyabet, kalp damar hastalıklarının arkasında yatan en önemli sebeptir" diyor.

Sebze tüketiyorsanız endişelenmeyin!

Kolesterolün, vücudumuzun enerji üretiminde, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesinde önemli bir rol üstlendiğini kaydeden Dr. Ümit Aktaş, düşük kolesterolün enfeksiyonlara yakalanma riskini artırarak kalp yetmezliği gibi riskli hastalıklara davetiye çıkardığına dikkat çekiyor. Ağırlıklı olarak yeşillikler olmak üzere çeşitli sebzelerin yer aldığı bir beslenme programı uygulayanların kalp sağlıklarından endişe etmemeleri gerektiğinden bahseden Dr. Ümit Aktaş, Mutluluk Kürleri 2 kitabında yer alan "Kalp Dostu Bitkisel Güçler" bölümünde şu önerilerde bulunuyor:

Günde üç porsiyon lahana, brokoli, Brüksel lahanası ya da karnabahar

Doğanın sunduğu kalp dostu sebzeleri keşfedin. Sebze tüketiminiz arttıkça damarlarınızın sağlığı da o oranda iyileşiyor. Brokoli, Brüksel lahanası, karnabahar ve lahana kalp ve damar sağlığının korunmasında çok güçlü bir konumda yer alıyor. Günde üç porsiyon lahana, brokoli, Brüksel lahanası ve karnabahar tüketenlerin kalp krizi risklerini belirgin bir oranda azalıyor.

Çiğ tüketmeye alışın!

Bu besinlerin sağlık sırrı sülforafan adlı bir molekülde saklı. Ama bu kalp dostu maddenin ısıya karşı hassas olduğunu unutmayın! Yani lahananın yemeğinden ziyade salatasını yapıp yiyin. Brokoliyi, Brüksel lahanasını bir-iki dakikadan fazla haşlamayın. Hatta mümkünse çiğ tüketmeye çalışın!

Kırmızı soğan, karalahana, bamya ile kalbinizi koruyun!

Diyabetle savaşan besin, aynı zamanda kalp sağlığını korumada da son derece etkilidir. Kalbinizi korumak istiyorsanız, beslenme programınıza kuersetin zengini besinleri de ekleyin. Kuru soğanın beyazı bol miktarda kuersetin içerse de birincilik kırmızı soğanda! Karalahana ve bamya da kuersetin açısından oldukça zengin.

Güçlü antioksidan için lahana turşusu

Lif ve probiyotik zengini turşular kalp sağlığını da koruyor. Bağırsak sağlığını destekleyerek sistemin düzgün çalışmasını sağlıyor, tansiyona iyi geliyor. Özellikle içerisinde bulunan güçlü antioksidandan ötürü lahana turşusu tüketmenizi öneririm.

Güneşlenin!

Güneşin de kalp krizi geçirme olasılığını azaltan bir etkisi bulunuyor."D vitaminimi alıyorum, güneşlenmeme gerek yok' diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz! Güneş, kalp damarlarının gevşemesi ve kan akışının sorunsuz bir şekilde gerçekleşmesini sağlıyor. Dolayısıyla, kalp krizi geçirme riskiniz önemli oranda azalıyor.

Dr. Ümit Aktaş'tan kalbi koruyan 10 bitkisel güç önerisi:

Brokoli,Lahana, Soğan, Bamya, Karalahana, Roka, Kişniş otu, Kırmızı pancar, Fesleğen, Susam

Kan basıncını düşürmeye yardımcı çay:

1 tatlı kaşığı bamya çiçeği (hibiscus), 1 tatlı kaşığı zeytin yaprağı, 1 tatlı kaşığı yabanmersinini porselen ya da cam bardağa koyup üzerine kaynar su ekleyin. 10 dakika demleyin.

Kalp sağlığı için çay:

1 tatlı kaşığı alıç, 1 tatlı kaşığı yeşil çay, 1 tatlı kaşığı kuşburnu, 1 tatlı kaşığı zeytin yaprağını porselen ya da cam bardağa koyup üzerine kaynar su ekleyin. 10 dakika demleyin.

Covid-19’a Karşı Duygusal-Ruhsal Zindeliği Artırmanın 9 Yolu

Uzmanlar, koronavirüs Covid-19 ile mücadelede hijyen ve sosyal izolasyon kadar bireylerin duygusal-ruhsal zindeliğinin de çok önemli olduğunu belirtiyor.

Dünya genelinde etkisini gösteren Covid-19 salgınının Türkiye'de de etkisini göstermesiyle tüm toplumun kaygı seviyesi yükseldi. Bireyler, salgının olası etkilerine karşı hem kendilerinin hem de sevdiklerinin hayatını önemseyerek uzmanlara kulak veriyor. Yükselmiş, sürekli devam eden kaygı seviyesi, duygusal ve ruhsal zindelik için iyi olmayacağı gibi bağışıklık sistemini de olumsuz etkileyebiliyor. Covid-19 salgını ile ilgili bilinmeyen ve kontrol edilemeyen durumlar kişileri daha da kaygılandırıyor.

SiZe Bütünsel Yaklaşım Kurucu Ortağı Sibel Yücesan, kaygıları azaltmak için yapılması gerekenin kontrol edilebilecek olguların farkında olmak ve bunlarla ilgili eylemlerde bulunmak olduğunun altını çiziyor. Sibel Yücesan, Covid-19 pandemisine karşı duygusal-ruhsal zindeliği artırmak için önerdiği 9 maddeyi şöyle sıralıyor:

1. Endişeliyim, öfkeliyim, üzüntülüyüm diye kendimizi suçlamayalım.

Tüm bu duyguları hissetmemiz hayatımızın tam da merkezinin bir parçası. Bu tür duygularımızı tamamen kontrol etmeye çalışmak yerine, tüm bunları duymanın normal olduğunu hatırlayalım. Duygularımızdan kaçmak değil, durup yüzleşmek ve bize verdikleri mesajları dinlemek önemli. Duygularımızı dışarı sağlıklı bir biçimde dökmenin farklı yollarından yararlanabiliriz. Mesela, her gün 6 dakika veya 3 sayfa duygularımız hakkında içimizden geldiği gibi yazı yazalım. Günlük tutmak, duyguları düşünceleri not etmek terapatik etki yapar.Sanat ile müzik ile ifade etmek de bir yöntem olabilir. Kısaca onların bir şekilde akmasına izin verelim.

2. Ne izlediğimiz, ne dinlediğimiz, ne paylaştığımız konusunda seçici olalım.

Sürekli haber kanallarında gezinmek, sosyal medya paylaşımlarında kaybolmak ve kaygı seviyemizi artırmak immün sistemimize olumsuz yansıyacaktır. Hiçbir şey izlememek de bizi bilgiden mahrum kılacağından, günde bir iki kez güvenilir kaynaklara başvurmak ve oralardan doğru bilgileri takip etmek izleyeceğimiz bir yöntem olabilir. Doğruluğundan emin olmadığımız haberleri de paylaşmamak dahi, bizi topluma faydalı bir hareket yapmamızdan dolayı iyi hissettirir. Seçimlerimize dikkat edelim, kendimizi kaptırmayalım, bize iyilik yaratan, olumlu, pozitif alternatifleri seçelim. Bize sunulan değil, bizim seçtiklerimiz hayatımızda yer alsın.

3. Sakinleşme teknikleri kullanalım: Meditasyon ve minfulness pratikleri öğrenelim ve uygulayalım.

2020 hızlı bir başlangıç yaptı, endişelendiğimiz ve kaygı düzeyimizin yükseldiğini farkettiğimiz zamanlarda zihinsel molalar alalım. Zihin olumsuz düşüncelere çok kolay saplanır. Felaketleştirme senaryolarımızı fark edelim. Ve böyle anlarda sakin bir köşeye çekilip, basit nefes ve mindfulness teknikleri uygulayabiliriz. Basit diyorum çünkü bu tip bilim temelli nefes ve mindfulness tekniklerini öğrenebileceğimiz pek çok eğitim, kitap ve app'ler var. Çok uzun zaman ayırmamıza gerek yok. Her sabah her akşam ve aralarda ihtiyaç duydukça 10 dakika ayırmamız dahi yeterli olabiliyor. Bunlarla bir başlangıç yapabilir ve zihinsel duygusal zindelik için bu teknikleri hayatımıza katabiliriz. Bunlar dışında hiçbir şey yapmadan gözümüzü kapatmak, nefesimize odaklanmak, en zor ve olumsuz anda bile bizi yatıştıracaktır.

4. Her gün bize iyi geleceğini düşündüğümüz bir kaç aktivite planlayalım.

Kitap okumak, olabiliyorsa açık havada yürüyüş, meditasyon, kısa uykular, şarkı söylemek, resim çizmek, yapboz, mandala, duş almak, ilgimizi çeken konularda online eğitimler almak. Kısa da olsa bu tür aktiviteleri hayatımıza katalım. Sosyal mesafelendirme hayatımıza girdi bu uzun sürerse bize iyi gelmeyecektir. Bu açıdan muhakkak sevdiğimiz insanlarla telefon konuşmaları yapmak, haberleşmek, olumlu şeylerden bahsetmek ruhsal zindeliğimiz için önemli olacaktır.

5. Aklımızdan günde on binlerce düşünce geçmesi son derece normal bir akış.

Zor zamanlarda genelde bir ya da bir kaç düşünceye saplanır kalırız. Hep aynı düşünce yapısı çevresinde döner dururuz, bu da tabi ki bizde olumsuz duyguları tetikler.Veya tam tersi,duyguların yarattığı olumsuz düşüncelerin çevresinde dolanırız. Böyle zamanlarda aklımızdan çıkmayan düşünceleri tek tek ele alıp aşağıdaki soruları sormak çok yardımcı olacaktır:

Bu düşünce doğru mu?

Bu düşüncenin kesinlikle doğru olduğunu nerden biliyorum?

Bu düşünceye inandığım zaman nasıl tepki veriyorum, bende neler oluyor?

Bu düşünce olmadan ben nasıl biri olurdum? Hayatımda neler olurdu?

Bu düşüncenin yerine hangi olumlu düşünceyi koyabilirim?

6. Sağlıklı sınırlar geliştirelim.

Her işi üstlenmek, her şeye evet demek bizi gereğinden fazla yorabilir. Sağlıklı sınırlar insanlarla olduğu kadar, teknolojiyle, dijital dünya ve kendimizle olabilir. Mesela yatak odamızdan cep telefonunu çıkartmak gibi. Okuduğumuz her olumsuz haber, stres hormonunu tetikleyecek ve sonuçta uyku dahil düzenimizi bozacaktır. Daha çok evde geçireceğimiz zamanlar olacak, bu zamanlarda kendimize ait alanlarımızı koruyalım sevdiğimiz şeyleri yapalım, aile fertleriyle sürekli bir arada ve iletişimde olmak güzel gibi dursa da, duygusal zorlanmalar yaşayabiliriz bunları fark edip park edelim ve kendimize sessiz alanlar sağlayalım.

7. Şükür en güzel ruhsal ilaç.

Şükür listesi yapalım. Akşam yatarken o güne ve genel olarak hayatınıza odaklanarak şükür edecek en az üç tane maddeyi bir deftere ya da kağıda yazarak günü kapatalım. Bu listeyi sabah kalktığınızda da okuyup güne bu motivasyonla başlayabilirsiniz. Ruhumuza iyi gelenleri hayatımıza ekleyelim mesela dua etmek gibi.

8. Hayatın komik taraflarını görmeye gayret edelim.

Hayatın uzun vadede sunacağı esprileri, eğlence alanlarını anımsamak, çevremizdeki olaylara, kişilere biraz mizah penceresinden bakmak da psikolojik iyi olma halimizi destekler.

9. Başkası için güzel bir şey yapalım.

Başkası için güzel bir şey yapalım. Ne zaman davranışlarımız olumlu olursa, duygularımız da olumlu oluyor. Birine iyilik yapmak, anında o kişinin yüzünde gördüğümüz gülümseme, içten bir bakış ile bizde mutluluk hissi yaratıyor. Başkası için güzel bir şey yapmamıza engel olacak hiç bir şey yok. Bir bardak su getirmek de olabilir, bir teşekkür maili atmak da, telefon edip hayatınızdaki anlamını paylaşmak da olabilir. Olasılıklarımız düşündüğümüzden çok olabilir.

Dalgaları durduramayız ama sörf yapmayı öğrenebiliriz. Hiçbir şey sonsuza kadar kalıcı değil, en büyük dertler bile. Kendimize yapacağımız en büyük iyilik, dengeye gelebileceğimizi hatırlatmak ve bunun için çok sayıda kaynağımız olduğunu unutmamak.

Ağlamanın inanılmaz faydaları

Ağlamanın zayıflık göstergesi olduğunu düşünüyorsanız bu haberi mutlaka okumalısınız.

Çünkü ağlamanın aşırı uçlarda yaşadığımız hisleri yatıştırmak için hormon seviyesini düzenlemek gibi bir fonksiyonu vardır.

Size ağlamayın demeyeceğim; çünkü her gözyaşı şerden akmaz. diyordu Gandalf, J.R.R. Tolkien'in unutulmaz eseri Yüzüklerin Efendisi'nde...

Sizin de özellikle stres altındayken içinizden kendinizi bir odaya kapayıp ağlayarak içinizi boşaltmak gelir mi? Bazı zamanlar ağladığınızda kendinizi daha iyi hissettiğiniz oluyormu?

Cevabınız 'evet' ise, yalnız değilsiniz! Size Dr. Leslie Beth'in ağzından bu durumun nedenleri aktarmak istedik:

Çoğumuz şöyle güzel bir ağladıktan sonra kendimizi daha iyi hissederiz. Bu rahatlama duygusu hayali sayılmaz. Sağlam bir ağlama nöbeti duygusal yükümüzü içimizden atmamıza yardımcı olduğu gibi, bütün vücudunuzu da rahatlatabilir ve sakinleştirebilir.

Çeşitli gözyaşı çeşitleri vardır. Hepimiz duman, soğan, sis ve polenler gibi çevresel faktörler nedeniyle tepkisel gözyaşları dökmüşüzdür. Eğer dökmeseydik, gözümüz kuru ve aşırı hassas olacaktı. Bu tür gözyaşları refleks olarak oluşur ve gözümüzü oluşabilecek herhangi bir dışsal tehlikeye karşı korumaya yarar.

Duygusal gözyaşlarımızın da vücudun kendi içinde oluşan bazı toksinlere karşı korumasına yaraması ise şaşırtıcı değildir. Soğan gibi dışsal faktörlere tepkisel olarak oluşan gözyaşlarının biyokimyasal bileşimi, duygusal gözyaşlarınınkinden farklıdır.

Duygusal bir deneyimden sonra ağladığımızda, gözyaşlarımızda biriken ve stresin neden olduğu proteinler çok daha yoğundurlar. Hatta William H. Frey, Muriel Langseth gibi kabul görmüş araştırmacılar, 1985'te yayımlanan "Ağlamak: Gözyaşlarının Gizemi –Crying: The Mystery of Tears" adlı kitaplarında gözyaşının önemi hakkında yazmışlardır.

Başka bir deyişle vücudumuzun duygusal ya da fiziksel durumuna göre zehirli olabilecek hormonlardan kurtulması için ağlarız ve ağlama ihtiyacı duyarız. Aşırı stres hormonları bağışıklık, kilo alma ve psikolojik moda etki eder. Ağlamak ise sadece parasempatetik sinir sistemimizin, sempatetik sinir sisteminin acıya, kaçışa, kavgaya, krizlere hatta yoğun bir sevince verdiği tepkiyi yönetmesinin etkisini azaltmakta kullandığı metotlardan biridir.

Yani iyi bir ağlama nöbetinin, iyi haberlerle rahatladığımızda, aşırı bir şekilde sevindiğimizde, yas tuttuğumuzda veya korkutucu bir olaydan sonraki hislerimiz için en iyi (ve yutması en kolay) ilaç olduğunu söyleyebiliriz.

Tedbir olsun diye de söylemek gerek: Uzun süreli ve tekrarlanan ağlama hali, ciddi depresyon nedeniyle doktorun reçeteli olarak verdiği antidepresan ilaçların beyindeki kimyasal yapıyı değiştirmesiyle alakalı olabilir.

Ama genel olarak; gelecek sefer ağlamak istediğinizde, kendinizi ağlamaya bırakın gitsin. Unutmayın, ağlamak bir zayıflık göstergesi değildir.

Evde tatlı krizlerine son veren 12 etkili öneri



Beslenme ve diyet uzmanından 'sağlıklı tatlı' tarifleri ile

Tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüs (Covid-19) nedeniyle mümkün olduğunca dışarı çıkmıyor, hatta evden çalışıyoruz. Koronavirüsün oluşturduğu kaygı, sürekli evde kalmanın yol açtığı can sıkıntısı gibi etkenler nedeniyle son günlerde dert yandığımız ve çözüm bulmakta oldukça güçlük çektiğimiz bir sorun var; "tatlı krizleri".

Ancak dikkat! Tatlı krizleri kilo almanın yanı sıra zamanla insülin direnci, kalp hastalıkları ve kiloya bağlı uyku apnesi gibi ciddi sorunları da tetikleyebiliyor. Acıbadem Altunizade Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Hazal Çatırtan Çobanoğlu tatlı krizlerine çözüm bulmadığımız takdirde bunun bir kısır döngüye girmeye başlayacağı uyarısında bulunarak, "Tatlı krizini atlatmak için alınan basit karbonhidratlar ve evdeki hareket azlığı birleşerek kilo alımına, alınan kilo ve bozulan şeker dengesi de tatlı krizlerine eğilimin artmasına ve tekrar basit karbonhidrat alımına sebep oluyor. Bu döngünün sonu da artan kilonun yanı sıra birçok sağlık problemi olarak karşımıza çıkıyor" diyor.

Acıbadem Altunizade Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Hazal Çatırtan Çobanoğlu evde tatlı krizlerine karşı almamız gereken önlemleri anlattı, önemli uyarılarda bulundu.

Öğünleriniz için saatler belirleyin

Evdeyken yeme düzenini oturtmak daha kolaydır. Bu nedenle öğünleriniz için saatler belirleyin ve kendinizi uzun süreli açlıklardan koruyun. Çünkü uzun süreli açlıklar kan şekerinde dalgalanmalara ve dengesizliklere yol açıyor. Bu durum da hem basit karbonhidrat ihtiyacını arttırıyor, hem de insülin direncine zemin hazırlıyor, yani tatlı krizlerine neden oluyor. Bir şeyler yiyeceğiniz vakti bilmek psikolojik olarak sizi rahatlatacak ve atıştırmadan uzak tutacak.

Ana öğünleri geçiştirmeyin

İhtiyacınız olduğu sürece, tam ve dengeli öğünler yapın, yani yemek yiyin. Öğünleriniz karbonhidrat, protein ve yağ içermeli, gün içinde 2-3 ana öğün ve 1-2 ara öğün şeklinde beslenmelisiniz. Eğer geç kahvaltı ettiyseniz ve ihtiyaç hissetmiyorsanız, öğlen yemeğini atlayabilir, ara öğün yapıp, sonrasında da akşam yemeğinizi yiyebilirsiniz. Meyve, süt, kuruyemiş gibi besinler sizi yemeğe oranla daha kısa süre tok tutar. Bu nedenle ihtiyacınız varsa yemek yiyin, böylece tatlı krizi ve yeme ataklarından korunabilirsiniz.

Karbonhidrat kaynaklarından vazgeçmeyin

"Evde ve hareketsiz kalınca genelde ilk kesilen şey karbonhidratlar oluyor, kilo aldırdığına inanıldığı için. Ancak diyetinizden tam tahıllı ekmek/makarna, meyve, kurubaklagil gibi yararlı karbonhidrat kaynaklarını çıkarmayın. Örneğin her öğüne 1 dilim kadar tahıllı ekmek eklemek tatlı krizlerine karşı koruyucu olabiliyor" diyen Beslenme ve Diyet Uzmanı Hazal Çatırtan Çobanoğlu bunun nedenini şöyle anlatıyor: "Tüketilmesi gereken yararlı karbonhidratların alınmaması vücutta bir açığa ve kan şekerinde dengesizliğe sebep oluyor. Bu durum da kişiyi şeker, çikolata ve pirinç gibi basit karbonhidratlara yöneltiyor"

Su tüketme alışkanlığına devam

Tatlı krizlerine karşı günde en az 2 litre su tüketme alışkanlığınıza devam etmeniz de çok önemli, çünkü 'susuzluk' sıkça açlıkla karıştırılıyor. "Bu nedenle tatlı krizi veya açlık hissettiğinizde öncelikle su için" önerisinde bulunan Beslenme ve Diyet Uzmanı Hazal Çatırtan Çobanoğlu, su içmenin aynı zamanda doygunluk hissi de yaratacağını belirtiyor.

Glisemik indeksi yüksek besinler tüketmeyin

Paketli, şekerli, beyaz undan yapılmış besinlerin, yani glisemik indeksi yüksek besinlerin sık tüketimi kan şekeri dengesizliğiyle sonuçlanabiliyor. Bu tablo da tatlı krizlerine ve bu tarz besinlere olan eğilimin artmasına yol açabiliyor.

Kendinizi oyalayın

Boş kaldıkça yeme isteğimiz daha da artacaktır. Özellikle duygusal yeme özelliğine sahip biriyseniz, sıkıldığınız veya strese girdiğiniz anda canınız tatlı gibi besinler isteyecektir. Dolayısıyla çeşitli el işleri yaparak, kitap okuyarak veya film izleyerek kendinizi oyalamayı ihmal etmeyin.

Evde abur cubur bulundurmayın

Evde abur cubur cinsi paketli besinlerin bulunması, canınızın tatlıları daha çok çekmesine veya ilk kriz anında onları tüketmenize sebep olabiliyor. Evde glisemik indeksi yüksek paketli yiyecekleri bulundurmamanız en doğru yaklaşım olacaktır.

Elinizin altında sağlıklı alternatifler bulundurun

Bazen ne yaparsak yapalım krizler kaçınılmaz olabiliyor. "Böyle zamanlarda en azından sağlıklı, doğal, belki ev yapımı ve glisemik indeksi düşük alternatifler bulundurmak, bu krizlerin tekrarlanması ihtimalini azaltacaktır" diyen Beslenme ve Diyet Uzmanı Hazal Çatırtan Çobanoğlu, sağlıklı alternatifleri şöyle sıralıyor: "Meyve, kuru meyve barları, meyve bazlı enerji topları, ev yapımı meyveli pudingler, şekersiz çikolatalar bu kurtarıcılar arasında sayılabilir".

Meyve tüketiminde porsiyona dikkat!

Meyve, tatlı krizlerine karşı kurtarıcı olsa da, günde 3 porsiyonu geçmek karın bölgesinde yağlanmayı arttırıyor ve insülin direncine zemin hazırlıyor, özellikle de hareketimizin azaldığı bu dönemde. O yüzden meyveyi porsiyon dahilinde tüketmeniz; meyve barı, puding vb yiyecekler tükettiğinizde de bunları meyve porsiyonu olarak saymanız gerektiğini unutmayın.

Yoğurda tarçın ya da keçiboynuzu tozu ekleyin

Evde kaldığımız süreçte kilo almamak adına çok düşük kalorili beslenmek, öğün atlamak, detoks yapmak gibi uygulamalar karbonhidrat açığı yaratıp daha çok tatlı krizine sebep oluyor. Sütlü kahve, tatlı krizi anında en iyi kurtarıcılardan. Ayrıca gün içinde tükettiğiniz yoğurt, süt veya yulafa 1 çay kaşığı tarçın veya keçiboynuzu tozu eklemek de tatlı krizlerine karşı koruyucu olacaktır.

Yeterli ve kaliteli uyku şart

Yetersiz uykunun leptin (tokluk hormonu) seviyesini düşürmesi, ghrelin (açlık hormonu) seviyesi ve endokannabinoid adı verilen bir kan yağı çeşidini arttırması nedeniyle açlık ve tatlı krizlerini tetiklediği çalışmalarda gösterildi. Her gün düzenli olarak 7-9 saat arasında kaliteli bir uyku, tokluk hissinin baskın olmasını sağlayacağı için tatlı krizlerinizin tetiklenmesini de önleyebiliyor.

Evde kalın ama hareketsiz kalmayın

Fiziksel aktivitenin, tokluk hormonu leptini etkileyerek doygunluk hissi yarattığını ve kalori alımını azalttığını gösteren pek çok çalışma mevcut. Fiziksel olarak aktif olmanız halinde stres azalacak, tokluk hormonu devreye girecek ve tatlı krizleriniz tetiklenmeyecektir.

Sağlıklı 3 tatlı tarifi


Tarif 1: Kakaolu Avokadolu Puding

Malzemeler: 1 adet olgun avokado, 1 adet büyük iyi olgunlaşmış muz, kakao.
Hazırlanışı: Avokado ve muzu küçük parçalar halinde doğrayıp, iyice blenderdan geçirin. Ardından içerisine kakao ekleyip karıştırın. Bu tarifle 2 kase pudinginiz olacak. Dilerseniz bu tarifi sadece muzla da yapabilirsiniz. İçerisine tercihinize göre; bal veya pekmez de koyabilirsiniz, ancak kase başına 1 çay kaşığını geçmesin.

Tarif 2: Şekersiz Fıstık Ezmeli Muzlu Pankek

Fıstık ezmesi malzemeleri: 100 gr tuzsuz yer fıstığı,4-5 çorba kaşığı yarım yağlı süt, 1-2 tatlı kaşığı bal, 1 çimdik tuz.
Pankek malzemeleri: 1 adet yumurta, yarım su bardağı yarım yağlı süt,yarım veya tam muz, 1 çorba kaşığı yağ, 1-2 çay kaşığı tarçın, çay kaşığının ucuyla tuz, 1 paket vanilya, yarım paket kabartma tozu, tam buğday unu.
Hazırlanışı: Yer fıstığı ve sütü blenderden geçirip, balı ve tuzu ekleyin. Kaşıkla biraz karıştırıp yine blenderize edin. Kısmen pürüzsüz bir kıvam elde ettiğinizde ezmeniz hazır olacak. Ardından pankekin tüm malzemelerini karıştırın. Karışım boza kıvamına gelinceye kadar yavaş yavaş unu ekleyin. Sonrasında ister tavada, ister waffle makinesinde pişirin. En son, pankek üzerine 1 tatlı kaşığı fıstık ezmesi sürüp, birkaç dilim de muz yerleştirerek tüketebilirsiniz.

Tarif 3: Kakaolu Yulaf Topları

Malzemeler: 1 yumurta, 1 muz, 3 çorba kaşığı laktozsuz süt, 3 çorba kaşığı pekmez,
2 silme çorba kaşığı kakao, 1 silme yemek kaşığı keçiboynuzu tozu, 3 su bardağı (240 gram) yulaf.
Hazırlanışı: Muzu iyice ezin, yulafları blenderle un haline getirin. Tüm malzemeleri bir kaba aktarıp, homojen hale gelinceye dek yoğurun. Yapışmayan bir kıvam aldığında, ceviz büyüklüğünde toplar yapıp, yağlı kağıda dizin. 170 derecede 15 dakika kadar fırınlayın.

Kilo vermede hiçbir besin tek başına yeterli değildir

Yaz yaklaşırken kilo vermek isteyenlerin birçoğu şok diyetler, bitkisel olduğu iddia edilen haplar ya da çaylar, detoks içeceklerine başvuruyor. 

Hiçbir besin, çay, karışım veya hapın tek başına yağ yakmayı sağlamayacağını söyleyen DoktorTakvimi.com uzmanlarından Diyetisyen Emre Can Karakaşlı, sağlıklı ve doğru bir şekilde kilo verebilmek için yeterli ve dengeli beslenme alışkanlığı ile birlikte düzenli egzersizin gerekliliğine dikkat çekiyor.

Baharın gelmesi ve havaların ısınmasıyla beraber mucize yaratması beklenen diyetler, çaylar, karışımlar da tekrar gündeme gelmeye başladı. İçinde ne olduğu bilinmeyen çaylar, detoks suları, bitkisel haplar ve şok diyetlerin sağlık için büyük risk oluşturduğunu hatırlatan Diyetisyen Emre Can Karakaşlı, "Hiçbir besin, çay, karışım veya hap tek başına yağ yakmanızı sağlamaz. Sağlıklı ve doğru bir şekilde kilo vermek istiyorsak mutlaka hayatımızı bir düzene sokmalı, her besini doğru miktarda tüketmeliyiz. Egzersizi alışkanlık haline getirmeliyiz.

Kilo vermek için pazartesiler gelir geçer, siz yeter ki kendinize inanın ve güvenin. Yeterli ve dengeli beslenme alışkanlığıyla beraber düzenli egzersizi hayatınıza kattığınız zaman sonuca çok daha rahat ulaşabilirsiniz" diyor. Bazı besinlerin kışın alınan kilolardan kurtulmak için yardımcı olabileceğini de belirten Karakaşlı, bu besinleri ise şöyle sıralıyor:

Yoğurt: Düzenli tüketildiğinde mide ve bağırsaklar için çok yararlı bir besin ve iyi bir kalsiyum kaynağı olan yoğurt, aynı zamanda kilo vermeye de yardımcı oluyor. Her gün iki kase yoğurt tüketmek kilo vermeye destek sağlıyor.

Yumurta: Yüksek oranda protein içeren bir besin olan yumurta, tok tutma özelliğinden dolayı diyetlerin vazgeçilmezi . Her gün kahvaltıda bir adet haşlanmış yumurta tüketmek daha sağlıklı bir beslenme düzeni takip etmenize yardımcı olur.

Yulaf ezmesi: Diyetlerin vazgeçilmezi olan ve yüksek oranda lif içeren yulaf ezmesi süt veya yoğurt ile tüketildiğinde hem enerji veriyor hem de uzun süreli bir tokluk sağlıyor.

Tarçın: Detoks sularının olmazsa olmazı, kilo verdiren baharatların gözbebeği tarçının kilo kaybındaki en büyük etkisi kan şekeri düzenleyici olması. Tokluk hissi verdiği için ani yemek krizlerini engelliyor ve kilo kaybında yardımcı oluyor.

Sirke: Kahvaltıdan önce bir su bardağı ılık suyla tüketilen sirke, metabolizmayı uyarıyor ve tokluk hissi sağlıyor.

Elma: İçerdiği yüksek oranda mineral ve vitaminlerle elma, zengin bir lif içeriğiyle tokluk hissi oluşturmada faydalı oluyor.

Brokoli: Brokoli yüksek oranda lif ve su içeriğinden dolayı diyette vazgeçilemeyen bir besin. Çok düşük bir kaloriye sahip olan brokoli, tokluk hissimizi arttırıyor ve daha uzun sürede daha düşük kalori almanızı sağlıyor.

Somon: Sağlıklı kilo vermeye yardımcı olan somon, hem protein hem de önemli yağ asitleri içeren zengin bir besindir.

Kuruyemiş: Kuruyemişler iyi birer lif, vitamin ve protein kaynağıdır. Yağ bakımdan zengin oldukları için mutlaka doğru miktarda tüketilmesi gereken kuruyemişler, kilo vermeye yardımcı oluyor.

En özel gün öncesi hangi antioksidanı tercih etmeli?

Evlilik sezonun açılması ile gelin adaylarının büyülü gecede kendilerini peri masalarında hissetmelerinin şüphesiz en doğru yolu istedikleri gelinlikle olabilmekten geçiyor. Bu sebeple düğün öncesinde çeşitli detoks, diyet ve antioksidan çalışmalarına başvuruyor. 

Sports International'ın Diyetisyeni Gurbet Ünal, gelin ve damat adayları için en uygun hazırlık sürecini paylaştı.

" Gelinlik ve damatlık için diyete girmeden önce son bir kez istediğim her şeyi yemeliyim düşüncesi düğün sürecinde sık yapılan beslenme hatalarının başında geliyor"

Gelin ve damat adaylarının sık yaptığı hataları belirten Diyetisyen Gurbet Ünal, "Diyeti bozduğunuz anda her şeyin bitti sanılması, diyet ürünlerin enerjisinin olmadığının düşünülmesi, aç kalarak zayıflayacağının düşünülmesi, yetersiz su tüketimi ve egzersiz yapmamak düğün sürecinde sık yapılan beslenme hatalarının başında yer alıyor. Diyet yaparken en büyük motivasyon kaynaklarından birisi kişinin kendisine diyet partneri bulmasıdır. Bu süreçte eş adaylarının aynı motivasyonda bir birlerine sürekli hatırlatması durumu da avantajlı gördüğümüz noktaların başında yer almaktadır" dedi.

"Detoks suyu ya da diyetleri önermiyorum"

Hazırlık sürecinde paketli gıdalardan uzak durulması gerektiğinin altını çizen Gurbet Ünal, " Detoks suyu ve diyetleri gibi uygulamalar bireylerin almaları gereken enerjinin altında enerji ile beslenmelerinden kaynaklı geriye dönüşsüz olarak metabolizma yavaşlamasına neden olabiliyor. Bu tarz uygulamalar bütün gün uygulanan düzenler olmamalı. Ancak bireyler şöyle yapabilirler vücutlarının detoks sistemlerini çalıştıracak antioksidan aktivitesi yüksek besinleri bu süreçte daha sık tercih edebilirler. Vücudun detoks sistemi için şunu söyleyebilirim. Zaman içerisinde hem yediğimiz besinlerden hem de çevresel etmenlerden dolayı vücudumuzda toksinler artar. Bu durum vücutta oksidatif stres dediğimiz birtakım metabolik sonuçlara neden olur. Metropol yaşantısı, stres ve kötü doğa koşulları da eklendiğinde, vücuttan atamadığımız ve sürekli maruz kaldığımız toksinler zamanla karaciğer ve böbrekler başta olmak üzere sağlığımızı olumsuz etkiler. Düğün sürecinde en yoğun stres zamanlarından biri olarak kabul edebiliriz. Bu süreçte antioksidan aktivitesi yüksek besinleri eklersek aslında vücudun doğal detoks sistemine katkı sağlamış oluruz. Vücudun bir nevi arınmasını artırmak için illa meyveleri blendırdan geçirip smoothie haline getirmenize gerek yok, hatta bu tarz uygulamalarda antioksidan aktivitesi yüksek vitaminlerden olan C vitaminini büyük ölçüde kayba uğratabilirsiniz."

Gelin ve damat adaylarına özel antioksidan tavsiyeler

Kahvaltı

Yumurta
Mevsim yeşillikleri
Ceviz/fındık/badem
Ekmek (çavdar, tam tahıl, ekşi maya vb)

Öğle yemeği
Balık
Mevsim yeşillikleri
Ekmek (çavdar, tam tahıl, ekşi maya vb) veya karabuğday veya kinoa veya bulgur

Akşam yemeği
Ispanak yemeği
Mevsim yeşillikleri
Ekmek (çavdar, tam tahıl, ekşi maya vb) veya karabuğdayveya kinoa veya bulgur

Ara öğünler
ahududu, böğürtlen, üzüm, yaban mersini, çilek gibi meyveler
badem, cevizveya fındık
beyaz çay/yeşil çay

Bel ve boyun ağrısından 10 adımda korunma rehberi


Son haftalarda Covid-19 pandemisi nedeniyle birçoğumuz evde çalışıyoruz. Ancak dikkat! Salonda üzerine yatarak müzik dinlediğimiz, televizyon seyrettiğimiz, kitap okuduğumuz ve sevdiklerimizle muhabbet ettiğimiz pufidik koltuklar çalışmak için ne kadar uygun olabilir ki? 

Yoğun bir iş gününde zaman zaman halı üzerine veya yatağa uzanmayı hayal etsek de, dinlenmek için planladığımız bu ortamların ideal bir çalışma şartları sunmadıkları kesin. Dolayısıyla evde çalışma ortamınızı uygun şartlarda düzenlemezseniz ve bazı hatalı alışkanlıklarınıza devam ederseniz, iş yerinde bilgisayar başında uzun süreler çalışmaya bağlı olarak gelişen sırt, boyun ve bel ağrılarını daha çok, hatta daha şiddetli yaşamanız mümkün. Peki bel ve boyun sağlığımız için ev ortamında nasıl bir çalışma düzeni sağlamalı, hangi hatalı alışkanlıklarımıza son vermeliyiz?

Acıbadem Fulya Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı, Spor Hekimi Prof. Dr. Tolga Aydoğ evde çalışırken dikkat etmeniz gereken 10 kuralı anlattı, önemli öneriler ve uyarılarda bulundu.

Mutlaka masanızda çalışın

Evinizde yerde, yatakta veya koltukta değil; mutlaka masanızda ve uygun bir çalışma sandalyesinde oturarak çalışın. Aksi halde tüm omurga, kollar, dizler ve kalçalar kötü yük dağılımının etkisiyle daha çok ağrıyacaktır.

Tüm ihtiyaçlarınızı masanıza yerleştirin

Masanız, çalışırken kullanacağınız malzemeleri yerleştirebileceğiniz kadar büyük olmalı. Telefon, kalemler, dosyalar ve hesap makinesi gibi ihtiyacınız olan tüm malzemelere erişmek için sık sık dönmeniz ve özellikle yerden sürekli bir şeyler almanız, bel fıtığı veya kas ağrıları çekmenize yol açabiliyor.

Sandalyeniz ideal yükseklikte olsun

Çalışma sandalyeniz; oturduğunuz kısmı yükselip/alçalabilen, kolları çıkabilen, arkası yatabilen özelliklere sahip olmalı. "Çok alçak sandalyede çalışmak dizin ön kısmında ağrılı bir soruna, ayakların yere temas etmediği yükseklikteki sandalye ise omurga nedenli ağrılara yol açabiliyor" uyarısında bulunan Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı, Spor Hekimi Prof. Dr. Tolga Aydoğ sözlerine şöyle devam ediyor: "Çok yüksek olup ayaklarınızın havada kaldığı ya da çok alçak olup dizlerinizin kalçanızdan yüksekte olduğu sandalyelerde çalışmayın. Ayaklarınız rahat bir şekilde yere değerken, dizleriniz ile kalçanız aynı yükseklikte olmalı"

Bel boşluğunuzu destekleyin

Omurga kökenli kas ağrıları yaşamamak için sandalyede otururken, bel boşluğunuz sandalyenin arkasına temas etmeli. Eğer temas etmiyorsa bel boşluğunuzu küçük bir yastıkla destekleyin. Sandalyenize sırtınızı dayadığınız kısmının yüksekliği kürek kemiklerinizin en az yarısına kadar ulaşmalı ve otururken boyun, sırt ile beliniz rahat durumda olmalı.

Bilgisayarın ekranı çok aşağıda olmasın

Bilgisayarın monitörünü gözünüzden 50-75 santim uzakta olacak şekilde yerleştirin.Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı, Spor Hekimi Prof. Dr. Tolga Aydoğ bilgisayar ekranının orta noktasının mutlaka göz hizanızın hafif aşağısında olması gerektiğini belirterek şu uyarılarda bulunuyor: "Eğer dizüstü bilgisayar kullanıyorsanız, adında olduğu gibi bilgisayarı dizinizin üzerine koyarak çalışmayın. Ya ek bir destekle bilgisayarınızı yükseltin ya da ek klavye veya ekran kullanın. Ekranın çok alçak ve sizden çok uzak olması, başınızı ve omuzlarınızı öne doğru eğmenize, bunun sonucunda da boyun fıtığı, kas ağrıları ile duruş bozukluğuna neden olabiliyor"

Dirseklerinizi fazla bükmeyin

Klavyenizi kullanırken dirseklerinizin çok bükülü veya çok açık olmamasına, ön kolunuzun yere paralel kalmasına ve ellerinizin de yukarı doğru çok açılanmamasına dikkat edin. Ayrıca omuzlarınız ve kollarınız da gevşek halde olmalı. Aksi çalışma şartları dirsek ve el bilek düzeyinde sinir sıkışmasına, sırt ile boyun ağrılarına yol açabiliyor.

Konuşurken bu hatayı asla yapmayın

Bilgisayar kullanırken telefonu kulağınız ile omuz arasında sıkıştırmayın ya hoparlörü açarak ya da kulaklıkla kullanmaya özen gösterin. Aksi takdirde omurga nedenli kas ağrıları veya boyun fıtığı gelişebiliyor.

En geç saat başı mola şart!

Masa başında çalışırken en geç saat başı 5-10 dakika mola verin ve bu süreçte ayağa kalkıp dolaşın. Kısa süreli molalar bir yandan zihninizi boşaltmaya yardımcı olurken, diğer yandan da hatalı oturmaya bağlı sorunları kısmen rahatlatmaya yardımcı olacaktır.

Haftada 3-5 gün egzersiz çok önemli

Bel ve boyun sağlığınız için haftada 3-5 gün, evde uygun bir ortamda, 20-30 dakika orta tempolu yürüyüş veya egzersiz yapın. Daha önce ilgili sağlık çalışanı veya antrenörünüz tarafından kısa olduğu söylenen kaslarınız varsa bunları uzatma amaçlı germe egzersizleri yapmayı ihmal etmeyin. Egzersiz yapmaya alışkın değilseniz, bu süreçte yüksek yoğunluklu aralıklı çalışma niteliğinde egzersizlere başlamayın.

Abur cuburlara dikkat!

Koronavirüs (Covid 19) pandemisinin oluşturduğu kaygı ve evde olmanın rahatlığıyla abur cubur yemekten kaçının. "Evde kalma süresi sonunda kilonuz istemediğiniz rakamlara ulaşıp, omurga sağlığınızı da tehlikeye atabilir" uyarısında bulunan Prof. Dr. Tolga Aydoğ, "Ayrıca çalışmaya kendinizi kaptırıp su içmeyi de unutmayın, çünkü su vücuttan toksinlerin atılmasını sağlamak gibi birçok yaşamsal önem taşıyan işlevlere sahip." diyor. Bunların yanı sıra uzun süre kalkmadan çalışmak ve özellikle az su içmek böbrek taşı oluşumuyla da sonuçlanabiliyor.

Kanserden korunmanın 13 yolu

Bilim insanlarının tedavisi için üzerinde çalıştığı kanser hastalığı, günümüzün en önemli sağlık sorunlarının başında geliyor. Dünyada her yıl 18,1 milyon kişiye kanser tanısı konarken, 9,6 milyon kişi de kanser nedeniyle yaşamını yitiriyor. 

Türkiye'de ise her yıl 170 bin kişinin kansere yakalandığını ve yaklaşık 150 bin kişinin hayatını kaybettiğini belirten Anadolu Sağlık Merkezi Onkolojik Bilimler Koordinatörü, Medikal Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Necdet Üskent, "Türkiye'de erkeklerde akciğer, prostat, kolon ve mide kanseri daha sık görülürken, kadınlarda meme, tiroid, kolon ve mide kanserleri daha sık görülüyor. Dünyada ise sırası ile en fazla görülen kanserler akciğer, meme, prostat ve kolo-rektal kanserler. En fazla ölüme neden olanlar ise sırasıyla akciğer, kolo-rektal, mide ve karaciğer kanserleri" dedi. Prof. Dr. Necdet Üskent, kanserden korunma yolları ile ilgili bilgiler verdi.

Sigardan uzak durulmalı: Sigara içerisinde 4000'in üzerinde zararlı kimyasal bulunuyor. Bu kimyasallar DNA'ya zarar vererek önemli genlerde değişikliğe neden oluyor. Kanser hücreleri vücutta gelişerek hızla ve kontrol dışı çoğalarak kansere neden oluyor. Akciğer, yumurtalık kanserleri, bazı lösemi türleri, ağız, gırtlak, üst yutak, burun ve sinüsler, yemek borusu, karaciğer, pankreas, mide, böbrek, mesane, rahim ve bağırsak kanserleri doğrudan sigara kullanımı ile ilgili.

Şeker doğal yiyeceklerden karşılanmalı: Vücutta kanser hücreleri dahil, tüm hücrelerin şekere ihtiyacı var. Şekerin neden olduğu aşırı kilolar, bel çevresindeki yağlanma ve obezite de kanseri tetikleyen en önemli faktörler arasında. Şeker sebze ve meyvelerden karşılanmalı. Çocuklara küçük yaşlardan itibaren sağlıklı beslenme alışkanlığı kazandırılmalı, sağlıklı atıştırmalıklar özendirilmeli. Fazla yağlı ve şekerli gıdaların tüketilmesinin kanserle ilişkili olduğu kanıtlanmış. Şekerli gıdalar vücutta enflamasyonu da (iltihap) artıyor. Kanserin kökeni olan enflamasyon, kanser hücrelerinin çoğalmasına da neden oluyor.

Yağlı yiyeceklerden uzak durulmalı: Kızarmış yiyecekler, yağlı etler ve diğer yüksek yağ oranlı yiyecekler daha az tüketilmeli. Günde en az 5 tane meyve ve sebze yenmeli, özellikle yeşil yapraklı ve yüksek C vitaminli besinler, turunçgiller tüketilmeli. Yulaf gibi tahıllar ve haftada 2 kez balık tüketilmeli. Ayrıca ailesinde kanser vakaları olanlar beslenmesine dikkat etmenin yanı sıra düzenli taramalarını da ihmal etmemeli.

Hareketli yaşam tarzı benimsenmeli: Egzersiz kanser, diyabet, tansiyon, kalp hastalıkları gibi hastalıkların görülme riskini azaltıyor. Düzenli egzersiz metabolizmayı olumlu etkileyerek, bağışıklık sistemini güçlendirerek, fazla kiloları yok ederek ve stresi azaltarak kanser riskini azaltıyor. Metabolik sorunlar, bağışıklık sisteminin zayıflaması ve fazla kilolar da kansere yol açan başlıca nedenler arasında. Çağımızın çocukları çok hareketsiz, parklarda bahçelerde oynamak yerine, televizyon, bilgisayar ya da tablet karşısında oturuyorlar. Haftada 5 gün 30 dakika yürümeyle kolon kanseri ve meme kanseri riski yüzde 30-40 oranında azaltılabiliyor.

Sebze ve meyveler iyi yıkanmalı: Sebze ve meyveleri iyi yıkamak, tuzlu ve sirkeli suda bekletmek yiyeceklerin kimyasallarını/ilaçlarının arındırılmasında oldukça önemli.

Elektronik cihazlar: Dünya Sağlık Örgütü'nün yaptığı, 14 ülkeden 31 bilim insanının katıldığı kapsamlı araştırmaya göre cep telefonu beyin kanseri riskini artırıyor. Araştırmada bir beyin kanseri tümörü olan gliomanın oluşum riski, kablosuz sistem kullanımıyla artarken, cep telefonu kullanılırken mutlaka kulaklık kullanılması önerilerek telefonun yastığın altına ya da başucuna konarak uyunmaması gerektiği belirtiliyor.

Stresten uzak durulmalı: Birçok kanser türü, bağırsak hastalıkları, tansiyon, diyabet ve kalp hastalıklarının strese bağlı olduğu bilimsel olarak da kanıtlamış durumda. Kanserden ve diğer hastalıklardan korunmak için stresle mücadeleyi ve stresi biraz daha hafif yaşamayı öğrenmek önemli. Fiziksel aktivite, egzersiz, meditasyon, yoga, müzik terapisi gibi yöntemlerden faydalanılarak stres azaltılabilir.

Obeziteye karşı önlem alınmalı: Fazla kilolu ve obez kişilerde özellikle menopoz sonrası meme kanseri, bağırsak kanseri, rahim kanseri, yumurtalık kanseri, yemek borusu kanseri, pankreas kanseri, böbrek kanseri, prostat kanseri, mide kanseri ve safra kesesi kanseri riskinin arttığı görülüyor. Araştırmalar fazla kilo ve obezitenin kanseri tetiklediğini gösteriyor. Östrojen ve insülin de dahil olmak üzere, bu hormonların bazılarının yüksek düzeyde olması belirli kanserlere yakalanma riskini arttırabiliyor. Araştırmalar, obezite ve fiziksel aktivite yetersizliğinin yüzde 20-25 oranında özellikle meme, kolon ve yemek borusu kanserlerine yakalanma riskini artırdığını gösteriyor. Obezite ayrıca karaciğer ve rahim kanseri riskini de yüzde 20-30 oranında artırıyor.

Kaliteli uyku uyunmalı: Düzensiz ve kalitesiz uykunun hormonlar ve metabolizmayı olumsuz etkiliyor. Uyku sırasında vücut için fayda sağlayan birçok hormon salgılanıyor. Uyku bozuklukları hem fiziksel hem de ruhsal pek çok hastalığı tetiklediği gibi kanser riskini de artırabiliyor.

Mikrodalga fırınlarda kullanılan kaplara dikkat edilmeli: Mikrodalgaların, yiyeceklerin yapısını bozduğu ve yiyeceklerdeki besin değerlerini oldukça azalttığı iddia ediliyor. Böylece vücuda alınan vitaminlerin değeri bozuk veya değişmiş oluyor. Bu da zamanla kansere yol açabiliyor. Mikrodalga fırını kullanırken kullanılan kapların mikrodalgaya uygun olmasına özellikle dikkat edilmeli.

11:00-16:00 saatleri arasında güneşe çıkılmamalı: Güneş, cilt kanseri riskini artırıyor. Özellikle de güneş ışınlarının, çok yoğun ve kanserojen etkiye sahip oldukları 11:00-16:00 saatlerinde güneşe çıkmamakta yarar var. Cilt tipine uygun, yüksek koruma faktörlü güneş kremlerini kullanmak önemli.

Eskimiş tavalar kullanılmamalı: Eskimiş, çizilmiş teflon tavaların kullanılmamasında fayda var. Ancak kaliteli, yüksek standartlarda üretilmiş tavalarda risk olmadığı belirtiliyor.

Cam ya da ahşap mutfak malzemeleri tercih edilmeli: Plastik, kanserojen maddeler içerir. Bunun yerine cam ya da tahta ürünler kullanılmalı. Ancak artık çok kaliteli plastik ürünler var ve bunlar fırına hatta mikrodalgaya bile girebiliyor.

Kadınlarda kısırlığa yol açan gen bulundu

2010 yılında erkeklerde kısırlığa yol açan gen bulunmuştu. Bilim adamları şimdi de kadın kısırlığının ana sebeplerinden birinin arkasındaki sorumlu geni keşfetti.

Kadın Hastalıkları Doğum ve Tüp Bebek Uzmanı Op. Dr. Betül Görgen, Klinik Endokrinoloji ve Metabolizma dergisinde yayınlanan araştırmanın detayları hakkında şu bilgileri verdi:

TEDAVİSİ OLMAYAN YUMURTALIK PROBLEMİ İÇİN UMUT

"Polikistik Over Sendromu (PKOS), kısırlık sorunu yaşayan kadınlarda rastlanan sebepler arasında önde gelenlerden biri olup, çocuk sahibi olma dönemindeki 10 kadından birini etkilemektedir.

Araştırmacılar, erkek hormonu üretimine katkıda bulunan ve PKOS gelişiminde esas rolü üstlenen bir gen buldular. Bu genin adı: DENND1A Bu keşif tedavide de yeni ufuklar açabilir.

Araştırma, PKOS'nun oluşumunda DENN1A adlı genin sorumlu olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Bu gen yumurtalıklarda testosteron üretiminde çok önemlidir. PKOS'undan muzdarip kadınlarda da hormonal dengeyi bozan anahtardır.

Bu keşif tedavi açısından da yeni yaklaşımlar getirecektir. Bu geni düzenleyen yolları hedef alan tedaviler asıl çözüm olacaktır."

Mutsuz ve yorgun görünmeye son!

Son zamanlarda göz kapağı estetiği, genç yaşlı demeden birçok kişinin öncelikli estetik ameliyat tercihleri arasında yer alıyor. Göz kapağı estetiği sayesinde yorgun ve yaşlı görünüm gider, yerini daha dinç, genç ve etkili bakışlara bırakır

Yüzümüzde en dikkat çekici bölge, gözlerimiz ve çevresidir. Yaşlanma belirtilerinin kendisini en fazla gösterdiği yerlerin başında da göz kapakları gelir. Çok ince derili olan göz kapaklarındaki cilt kırışması ilerleyen yaşlarda neredeyse kaçınılmaz olur. Göz Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Öğretim Üyesi Fatih Atmaca, göz kapağı estetiği ile ilgili bilgiler verdi…

GÖRMENİZİ DE BOZABİLİR

"Gözlerin etrafında başlayan bütün sarkmalar göz kapaklarını etkiler. Bu da zamanla görmenizi bozabilir" diyen Göz Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Öğretim Üyesi Fatih Atmaca, "Göz kapaklarında; ya yaşlanmaya bağlı olarak, ya kalıtsal olarak daha genç yaşlarda ya da gözlerin fazla yorulmasına bağlı olarak torbalanma, bollaşma oluşabilir. Endişelenmeye gerek yoktur, bu durum göz kapağı estetiği ile düzeltilebilir. Doğru kişiye uygun yöntemle yapılan küçük dokunuşlardan çok iyi sonuçlar alıyoruz. Uykulu, yorgun ve yaşlı görünüm gider, daha dinç, genç ve etkili bakışlara sahip olabilirsiniz" dedi.

DAHA YAŞLI BİR GÖRÜNTÜ OLUŞUR

"Kimi zaman yapısal olarak gevşek bir ciltten, kimi zaman yaşa ve yer çekimine bağlı olarak sarkan göz kapaklarımız; daha yaşlı, daha yorgun ve daha mutsuz görünmemize neden olur" diyen Göz Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Öğretim Üyesi Fatih Atmaca, şu bilgileri verdi: "Dengesiz beslenme, düzensiz kilo alıp vermek, gün ışığına yoğun maruziyet, uyku düzensizliği ve sigara kullanımı; kapak cildinde sarkma, gözaltı torbalanması ve kırışıklıklara neden olur. Kapak derisindeki ileri derecede sarkma, görme alanımızı dahi kısıtlar. Her göz açıp kapamanızda, sarkan cildin kirpiklere temasından dolayı gözlerinizde kaşıntı, kızarıklık ve kirpiklerinizde dökülme meydana gelebilir."

AYNI GÜN TABURCU OLUNUR

Tüm bu olumsuz durumlardan kurtulmanın ve daha sağlıklı, güzel görünmenin blefaroplasti (göz kapağı estetiği) ile çok kolay olduğunu belirten Göz Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Öğretim Üyesi Fatih Atmaca, "Göz kapağı estetiği, genel anestezi (narkoz) gerektirmez. İşlem yaklaşık olarak üst kapaklar için 20'şer, alt kapaklar için 30'ar dakika sürer. Sarkan, kırışıklığa sebep olan cilt uzaklaştırılır, torbalanma yapan yağ dokuları temizlenir ve cilt altı dokumuz sıkılaştırılır. Operasyondan sonra hastanede kalmanız gerekmez, aynı gün evinize dönebilirsiniz" dedi.

Bipolar bozukluk en çok ergenlikte başlıyor

"İki uçlu duygu durum bozukluğu" olarak da bilinen bipolar bozukluğun sıklıkla ergenlikte başladığını ifade eden Prof. Dr. Sermin Kesebir, hastalığın tanılanmasının genel olarak 25-26 yaş civarında olduğunu söyledi. Prof. Dr. Sermin Kesebir, mevsimsel değişikliklerin bipolar bozuklukta önemli bir gidiş belirleyici olabildiğini belirtti.

Üsküdar Üniversitesi NPİSTANBUL Beyin Hastanesi Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Sermin Kesebir, iki uçlu duygu durum bozukluğu olarak da anılan bipolar bozukluğun duygu durum alanına ait bir bozukluk olduğunu belirterek duyguların düzenlenemediğini, duyguların şiddetini ve hızını kontrol edememek olarak tanımlanabileceğini söyledi.

Manik dönemde coşku, depresif dönemde üzüntü var
Hastalığın manik döneminde coşku ya da sinirlilik, hareketlilikte ve düşüncelerde hızlanma, amaca yönelik aktivitede artış, uyku ihtiyacında azalma gibi belirtilerin görüldüğünü ifade eden Prof. Dr. Sermin Kesebir, "Depresyon dönemi ise bunun tam tersi diğer ucudur. Çökkün duygu durumu, üzüntü, karamsarlık, daha önce keyifle yapılan şeylerden artık zevk almama, isteksizlik, uyku ve iştahta değişiklik, cinsel istekte değişiklik, dikkat ve bilişsel alanda değişiklikler olarak sıralanabilir. Karma dönemde ise mani ucuna ve depresif uca ait belirtiler bir arada görülür" dedi.

20'li yaşlarda tanılanabiliyor
Bipolar bozukluğun sıklıkla ergenlikte başladığını ifade eden Prof. Dr. Sermin Kesebir, "Bipolar bozukluk eğer depresif dönemle başlıyorsa maniyi görene kadar onun bipolar bozukluk olduğunu bilmiyorsunuz. Dolayısıyla hastalığın tanınması 20'li yaşlara kadar kayabiliyor. Ülkemiz genelinde yapılan çalışmalarda başlangıç yaşı genel olarak 25-26 yaş civarında" dedi.

Bütüncül yaklaşım önemli
Bipolar bozukluğun biyolojik, psikolojik ve sosyal anlamda bütüncül bir yaklaşımla ele alınması gerektiğini kaydeden Prof. Dr. Sermin Kesebir, "Biyolojik çünkü beyin ve beden hücresel düzeyde bir kimyasal, iki elektrofizyolojik ve uzun vadede yapısal olarak ekleniyor. Psikolojik duygu durumu düzenlemede bir güçlük var, dürtü kontrolünde bir bozukluk var. Sosyal; çünkü kişiler arası ilişkiler etkileniyor, işlevselliğiniz bozuluyor. Dolayısıyla bu bütünü gözetmeden bir tedaviden söz etmek çok da mümkün değil" dedi.

Bipolar bozukluk tanılı bir bireyin hayatında iki dönem olduğunu belirten Prof. Dr. Sermin Kesebir, "Bir hastalık dönemleri var, bir de iyilik dönemleri var. Dolayısıyla tedaviyi de hastalık dönemlerinin tedavisi ve koruyucu tedavi olarak iki ayıralım. Hastalık dönemlerinin tedavisinde bir idame sürdürüm tedavisinden bahsetmek gerekir. Bu da belirtileri ortadan kaldırdıktan sonra bir uyum süreci, kararlı hale gelme sürecidir" dedi.

Stres krizleri etkileyebiliyor
Stresörlerin bipolar bozukluğun epizotlarını başlatmakta önemli bir faktör olduğunu belirten Prof. Dr. Sermin Kesebir, "Epizotların sayısı arttıkça hastalığın daha ilerleyen yıllarında bu stresörün epizot ortaya çıkarıcı etkisi azalıyor" dedi.

İlk dönemde yaratıcılığı etkileyebiliyor
Bipolar bozukluğun bazı kişilerin yaratıcılık özelliğini ilk dönemde etkileyebileceğini belirten Prof. Dr. Sermin Kesebir, "Bir duygu durumunun şiddeti, mani ya da depresyon olsun eğer o duygunun şiddeti fazlaysa, ortaya çıkışı hızlıysa birtakım yaratıcı süreçleri uyaracağını düşünebiliriz. Sanatçı hastalığı denmesinin nedeni bu anlamda duyguların çok yoğun ve şiddetli yaşanması ve çok ani değişimlerle yaşanmasıdır. Bipolar bozuklukta yaratıcılık efektif mi, ürüne yansıyor mu? Hastalığın ilk dönemlerinde evet diyebiliriz, pek çok yazar ressam eserlerini özellikle bipolar bozukluğun depresif dönemlerinde üretmişler ama hastalık ilerledikçe bu yaratıcılıktaki efektfite azalıyor. Artık bu yaratıcılık üretken bir yaratıcılık olmaktan çıkıyor ama başarılı tedavi edilen olgularda bu durum sürebiliyor" dedi.

Mevsimsel değişiklikler gidiş belirleyici olabilir
Mevsimsel değişikliklerin bipolar bozuklukta önemli bir gidiş belirleyici olabildiğini belirten Prof. Dr. Sermin Kesebir, "Bir grup hastalar mevsimsel özellik gösterir. Bu grup bipolar hastalarının içerisinde %10 ile 30 oranında bildiriliyor. Ama bipolar bozukluğun tamamında mevsimsel gidişi görmüyoruz" dedi.

Farmakoterapi ve psikoterapi yöntemleri uygulanıyor
Bipolar bozukluğu tedavisinde çeşitli yöntemlerin başarıyla uygulandığını belirten Prof. Dr. Sermin Kesebir, "Farmakoterapi ve psikoterapi uygulamaları tedavilerin vazgeçilmezidir. Psikoterapi seçenekleri arasında bilişsel davranışçı terapi, kişiler arası ilişki terapisi, sosyal ritim terapileri bipolar bozuklukta kullanılan en gereli terapiler arasında yer almaktadır. Son yıllarda kullanımı giderek yaygınlaşan Transkraniyal Manyetik Uyarım tedavisinden bahsedilebilir. Bipolar depresyonda da etkili olduğuna dair yayınlar her gün artmaktadır. EKT de hem manik dönemin hem bipolar depresyon tedavisinin en güçlü ve en hızlı etki başlangıcına sahip tedavi seçeneği sunmaktadır" dedi.

Yılların izini silmek için: “Yağ Enjeksiyonu”

Yaşlanma etkisini azaltmak ve cilde canlılık sağlamak amacıyla, yüz bölgesinde oluşan çökme ve hacim kaybı için ideal, minör cerrahi uygulamalardan biri olan yağ enjeksiyonu, yılların izini silmek isteyenlerin tercihi oluyor.

Yaşlanma, kilo alıp verme süreçleri, doku kaybı ile giden bazı hastalıklar, stresli yaşam koşulları, beslenme bozuklukları ve çevresel faktörler kişiler üzerinde yüz ve vücut bölgesinde, ciltte sarkıklıklara, kırışıklıklara ve dokularda hacim kaybına yol açabiliyor. Sağlıklı beslenme, düzenli spor ve kişisel bakıma önem verme ile bu süreçler kişilerin genetik özelliklerine bağlı olarak yavaşlatılabiliyor. Ancak her bireyde bu mümkün olmayabiliyor.

Yaşlanmayı geciktirmek, daha genç, sağlıklı ve güzel görünmek isteyen kişiler, birçok estetik yöntemi deniyor. Her yöntemin, her yaşa ve her duruma uygun olmadığına dikkat çekilerek; uygun işlem veya estetik girişimlerin; kişilerin mevcut sağlık durumları gözetilerek, ihtiyaçları doğrultusunda profesyonelce seçilmesi gerektiği vurgulanıyor.

Otolog yağ grefti (yağ enjeksiyonu), plastik cerrahinin hem estetik alanda gençlik ve güzelliği korumak için; hem de doku kayıpları durumlarında rekonstrüktif (yeniden onarım) amacıyla sıkça kullandığı minör cerrahi uygulamalardan bir tanesi olduğunu belirten Çevre Hastanesi doktorlarından Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrah Op. Dr. Derya Bingöl, hacim kazandırmak amacıyla uygulanan yağ enjeksiyonu işleminin aynı zamanda; cildi gençleştiren ve cilde canlılık kazandıran bir çeşit kök hücre gibi davrandığına dikkat çekiyor.

Yağ hücresi kaynaklı kök hücrelerin bilimsel kaynaklara girmesiyle birlikte; kişilerin kendi vücutlarından alınarak transfer edilen yağ dokusunun artık dermal dolgu şeklinde cilt gençleştirmede yer aldığına ve estetik cerrahide sıkça kullanıldığına değindi.

Op. Dr. Derya Bingöl; "Öncelikle sağlıklı ve güzel bir cilde sahip olmak için, sağlıklı yaşama, doğru beslenmeye, düzenli spor yapmaya ve sağlıklı bir uyku düzenine özen göstermeye dikkat edilmelidir. Aynı zamanda; cildi düzenli temizlemek, doğru ve cildin ihtiyacı doğrultusunda gerekli bakımı yapmak, nemlendirmek ve güneşin zararlı etkilerinden korumak önemlidir. Yılların izleri görülmeye başladığında ise estetik cerrahi uzmanları tarafından cilt için gerekli cerrahi müdahaleler yapılabilir. Burada kişinin yaş, genetik özellikleri, sağlık durumu, sosyal yaşamı, estetik ihtiyaçları ve beklentileri gözetilerek uygun teknik seçilmelidir.

Yağ enjeksiyonu; yüz bölgesinde oluşmuş olan çökme ve hacim kaybı durumları için ideal minör cerrahi uygulamalardan biridir. Çünkü yağ hücresi bir çeşit kök hücre gibi davranır ve cildi yenileyici ve gençleştirici bileşenler içerir. Göbek, kalça ya da bacaklardan alınan yağ dokusu hazırlanarak ihtiyaca göre; yüze enjekte edilebilir ve böylece yüz gençleştirmede kullanılabilir. Kişinin kendi vücudundan alınıyor olması, tekrarlayan uygulamalar ile işlemin kalıcı olması tekniğin en önemli avantajlarıdır. Ayrıca yüzde birden fazla bölgeye dolgu ihtiyacı olan durumlarda yine tercih edilebilir.

Bu işlem tercihen ameliyathane şartlarında uygulanır. Çoğunlukla lokal anestezi ve sedasyon altında; göbek, bacak içi, kalça gibi bölgelerde fazla olan ve çıkıntıya neden olan yağ liposakşın yöntemi ile alınmaktadır. Ayrıca yüz germe ve göz kapak ameliyatı gibi diğer ameliyatlarla da kombine olarak uygulandığında estetik sonucu güzelleştirmektedir. Yağ grefti uygulamaları, sadece yüz bölgesinde değil,hacim sağlamak amacıyla, ihtiyaca göre; meme büyütmede ve kalça dikleştirmede de kullanılmaktadır" dedi.

Emziren anneler dikkat! Bu hatalara düşmeyin!

Bilimsel çalışmalar bebeklerin bağırsak florasının sadece anne sütünü sindirebildiğini ve ilk 6 ay sadece anne sütünün yeterli olduğunu gösteriyor. 

Acıbadem Fulya Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. İmre İnce Gökyar, ilk 6 ay anne sütü ile beslenmenin, bebeğin fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılamada çok önemli olduğunu belirterek "Anne sütü mikrobiata denilen bağırsak florasının gelişimini sağlar ve bebeklerin yetişkinlikte de daha sağlıklı olmasına katkıda bulunur.

Anne sütünün yetmediği durumlarda ise anne sütüne en yakın formül mama seçilmelidir." diyor. 6. aydan sonra ek gıdaya geçilirken doğru, taze, besleyici ve sağlıklı ek gıda verilmesinin önemli olduğunu vurgulayan Dr. İmre İnce Gökyar, ek gıdaya geçiş sürecinde annelerin doğru bildiği 6 yanlışı anlattı; önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

Ek gıdalara erken başlanmazsa bebekler farklı tatlara alışamaz! YANLIŞ!

DOĞRUSU: Anne sütü canlı bir süt olup, annenin yediklerine, baharatlara, iklime ve mevsimlere göre farklılık gösteriyor. Bu da bebeğin değişik tatlara zaten alışık olduğunu kanıtlıyor.

Gece sık uyanan bebekler doymuyor demektir ve ek gıdaya başlanmalıdır! YANLIŞ!

DOĞRUSU: Burada bebeğin huzuru ve kilo alım hızı önemli. Kilo alımı yeterli olan bir bebeğin doymadığı ya da gece acıktığı yorumunu yapmak doğru değil. 4. aydan sonra bebeklerin çevresine ilgisi artıyor ve bebeklerde sık uyanmalar görülebiliyor.

Kilo alımı yetersiz bebeklerde ek gıda daha erken başlanmalıdır! YANLIŞ!

DOĞRUSU: Öncelikle annenin beslenmesinin sorgulanması, gerekirse anneye vitamin ve mineral desteğine başlanması gerekiyor. Bu da yeterli olmuyorsa 6. aya kadar eksik, anne sütüne en yakın formül mama ile tamamlanmalı.

Ek gıda başlandığında bebeklere yağsız, diyet süt ürünleri verilmeli ve kırmızı etten kaçınılmalıdır! YANLIŞ!

DOĞRUSU: Erişkinlerin aksine bebek beslenmesinde doğal yağların yeri çok önemli. Bebeklerin günlük protein ve vitamin ihtiyaçları da erişikinlerden yaklaşık 4 kat daha fazla. Dolayısıyla bebek beslenmesinde hayvansal yağlar, kırmızı et ve zeytinyağının doktorun önerdiği ölçüde tüketilmesi önem taşıyor.

Doktorun önerdiği miktarları tüketmesi için bebeği zorlamak! YANLIŞ!

DOĞRUSU: Ek gıdaya geçiş beslenmeye destek olduğu kadar, bebeğin çiğneme, yutma ve bir beslenme ritmi kazanma dönemi. Ek besinler doktorun önerdiği saatlerde ve açken denenmeli fakat bebeğin ne kadar yiyeceği bebeğe bırakılmalı. Ardından doymadığı miktar anne sütü ile tamamlanmalı.

Tel süzgeç veya doğrayıcı kullanılmamalı, her şey bebeğin eline verilmelidir! YANLIŞ!

DOĞRUSU: Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. İmre İnce Gökyar "Her bebeğin emmeden çiğneme fonksiyonlarına geçişi farklıdır. Özellikle 6. ayda ek gıdaya yeni başlanırken gıdaların ezilerek denenmesi daha doğrudur. 7. aydan itibaren bebek hazırsa BLV metodu dediğimiz elle beslenmeye geçilebilir. Bebek hazır değilse kesinlikle ısrar edilmemeli ve bir süre daha ezerek ek gıdaya devam edilmelidir" diyor.

Hangi gıdalar erkekte üreme kapasitesini artırır?

Tüm dünyada sperm sayıları baş aşağı düşerken, Kadın Hastalıkları Doğum ve Tüp Bebek Uzmanı Op. Dr. Betül Görgen, bebek sahibi olma güçlüğü çeken erkekler için yeni beslenme tarzı önerdi.

Sebzeler ve Meyveler:C ve A vitamininden zengin gıdalar, magnezyum, folat ve çinko vücuttaki antioksidan maddelerdir. Araştırmalar bu antioksidanların hasarı azalttığını göstermektedir.

Yeşil sebzelerde bulunan folat, sperm hücrelerindeki protein sentezi ve DNA üretimi için şarttır. Lifler östrojen miktarını azaltır ki düşük seviyede östrojen erkekteki normal üreme fonksiyonu için şarttır. Yağlı balıklardaki omega 3 yağ asitleri, EPA ve DHA, enzimlerdeki anti enflamatuar ve antioksidan fonksiyonların devamı için şarttır.

Çinko, Selenyum ve C Vitamininden Zengin Gıdalar:Çinko, et, peynir ve kabuklu deniz ürünlerinde bolca bulunur. Yetersiz çinko alımı düşük sperm sayısı ve azalmış testosteron seviyesiyle bağlantılıdır. Günlük alınması gereken çinko miktarı günde 10 mg'dır. Selenyum ise Brezilya fındığı, balık ve tavuk ürünlerinde bolca bulunur. Normal sperm üretimi için günde 55 mg selenyum alınması gerekir. Vitamin C için bu miktar 80 mg/gün'dür.

NELERDEN KAÇINMALI?

Süt Ürünleri:Fazla süt tüketimi, östrojen üretiminde artışa neden olur ve bu da sperm üretimini etkiler.

Et:Tam olarak kanıtlanmamasına rağmen et ve işlenmiş et ürünleri erkekte üremeyi etkileyebilir. Fazla tüketilen bu ürünler östrojen seviyesini artırır ve sperm kalitesini düşürür.

Şeker:Aşırı şeker tüketimi ve obezite insülin direnci yoluyla sperm kalitesini düşürür. İnsülin direnci oksidatif strese ve sperm kalitesinde düşmeye neden olur. Diyetteki yüksek şeker oranı, beyin ve testis arasındaki döngüyü etkiler ve sperm üretimini bozar.

DESTEK İLAÇLAR KULLANMANIN FAYDASI OLUR MU?

Destek ilaç kullanımı asla doğru gıdalarla beslenmenin yerini tutmaz ama herkes mükemmel dengede beslenmeyi başaramayabilir.

Yapılan çalışmalar, antioksidan ilaç kullanımının sperm sayısı, morfolojisi ve hareketinde pozitif etkisinin olduğunu göstermiştir.

Vitamin C, E ve CoQ10 kısır erkeklerde sperm üretimini düzeltmektedir. Kaliteli sperm üretimi olan erkeklerin sperm sıvısında CoQ10 miktarı normalin üzerinde bulunmuştur.

Bu da doğru beslenmenin ve destek tedavisinin sperm parametrelerini olumlu etkilediğini göstermektedir.